Şehit İbrahim Bilgen

Şehadet Bir Çağrıdır, Nesillere ve Çağlara

M. Nuri Kaleminden MAVİ MARMARA Gemisi ve Şehit İbrahim Bilgen

M.Nuri Kaleminden MAVİ MARMARA
Gemisi ve Şehit İbrahim Bilgen

2010-06-07 – 17:18

Şakir Bey, yazınızı aldım okudum. Kaleminize gönlünüze sağlık. Ben de yazdığım bir hikayeyi size yolluyorum. Selam, muhabbet ve dua ile.

Mavi Marmara

(Mavi Marmara gemisiyle
Gazzelilere yardım götürürken İsrailli cani askerler tarafından 31 Mayıs 2010
tarihinde sabah ezanından sonra hunharca katledilen ve şehadetten sonra
memleketi Siirt’te ebediyete uğurlanan İbrahim Bilgen’e ve vefat eden diğer yol
arkadaşlarına rahmet dileğiyle…)

Kararlıydı.
Gazze’ye daha önce yapılan insanlık dışı saldırılar geceler boyu rüyasına girmiş
ve onu kahretmişti. Neticede o da babaydı. Gözü dönmüş olan İsrail yöneticileri,
dünyanın gözü önünde çoluk çocuk demeden Filistinli masumları öldürüyordu. Buna
dünya ses çıkarmıyordu üstelik. Kahredici bir sessizlik hâkim olmuştu her yerde.
Birkaç ülke ve en çok da Türkiye isyan ediyordu sadece bu zulme. O zaman karar
vermişti aslında İbrahim Bey, “Birgün bir fırsat doğarsa inşallah Gazze’ye
gideceğim. Orada acı çekenleri teselli etmek, yetim çocukların başını okşamak,
mezardaki Filistinlilerin ruhlarına fatiha okumak isterim.” demişti. Biricik
amacı mazlum Filistin halkına destek vermekti. İşte fırsat doğmuştu bugün.
İnsanî Yardım Vakfı (İHH) Gazze’ye bir yardım filosu hazırlıyordu. Siirt’te
görüştüğü kişiler, gidebileceğini, İstanbul’da büyük bir hazırlık yapıldığını
söylemişlerdi zira.

Hayat
meşgalesi onu yormuş, ama azminden bir şey kaybettirmemişti. Bazı işler yapmış,
sosyal hayatın içinde olmuş, parti işlerinde bile çalışmıştı. Ama hep dürüst
kalmış ve temiz kalpliliğini hiç bozmamıştı. Hazırlığını yaptı ve yavaş yavaş
çevresiyle, dostlarıyla, akrabalarıyla, komşularıyla ve nihayet ailesiyle
helâlleşti. Çok sevinçliydi. Allah dualarını kabul etmiş, Gazze’ye gitmesine
izin vermişti. Fazla oyalanmadan yola çıktı.

İbrahim Bilgen
61 yaşındaydı. Koca bir ömrü tamamlamıştı işte. Beyaz sakalı ona ölümün yakın
olduğunu hatırlatıyordu hergün. Hem çok sevdiği yüce peygamberinin vefat yılına
yakın sayılırdı tamamladığı ömrü. İki yıl eksikti sadece. Çocuklarını düşündü.
Oğlu İsmail geldi bir an gözünün önüne. Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban
etme düşüncesi sardı bir an zihnini. Hayır oğlunu göndermeyecekti. Oğlu henüz
hayatını yaşayamamıştı. Ama kendisi dünyadan kâm almış, göreceğini görmüş, çoluk
çocuğa karışmıştı. Ölse ne gam? Ömür acısıyla tatlısıyla geçmişti işte. Kafileye
katılmaya canü gönülden arzulamıştı. Bunun için büyük bir mücadele vermiş ve
muvaffak olmuştu. İstanbul’la yaptığı görüşmeler müspet sonuçlanınca biletini
almış ve yola çıkmıştı işte.

Çocukluğunu
düşündü, Güneydoğu Anadolu’nun bu küçük şehrinde yaşadıkları gözünün önüne
geldi. Sonra Gazze’li çocuklar canlandılar bir an. Hiçbir zaman onları unutmadı
ki… O katliamlardan sonra doğru dürüst yemek bile yiyememişti. Lokmalar
boğazına takılıyordu sanki. Bir İslâm beldesinde masumlar katledilirken hiçbir
şey olmamış gibi nasıl davranabilir, nasıl kayıtsız kalabilirdi. Bu davranış,
müslümanlığa sığar mıydı hiç? Artık en büyük hayali Filistin topraklarıydı.
Gazze onun ideali, dâvâsı, kızılelmasıydı. İbrahim Bilgen elektrik mühendisiydi
ve mesleğini de severek yapıyordu. Hatta şehirde ilk mahalli televizyon olan
“Selâm”ı da o kurmuştu.

Yol boyunca
çevresindekilerle sohbet etti, kitap okudu ve dua etti. İstanbul’a gelince
İnsani Yardım Vakfı’nın merkezinin bulunduğu Fatih’e geldi. Orada başka
gönüllüler de vardı. Yıllardır tanışıyormuş gibi samimi oldu herbiriyle. Aynı
yürek yangınını taşımışlardı çünkü içlerinde. Aynı ulvi gayeler sarmıştı bütün
benliklerini. Dolayısıyla hemencecik kaynaşıyverdi onlarda. Bu yol arkadaşlığı
Antalya’ya kadar da sürdü. Oradan gemiye binilecekti. Neredeyse her yaştan, her
dinden ve her milletten insan vardı gönüllüler arasında. Erkeği kadını, genci,
yaşlısı… Antalya’da büyük bir kalabalık gelmişti onları uğurlamaya…

Yolculuk
başlamıştı. Konvoyda 600′e yakın insan vardı ve insanî yardımlarla dolmuştu Mavi
Marmara ve diğer beş gemi… Türkler, Araplar, Afrikalılar, Kosovalılar,
Boşnaklar, İngilizler, Yunanlılar, hatta Museviler vardı gemide… Gündüz ve
gece hep aynı heyecan, aynı coşku, aynı mevzu. Gazzeli masumlara yardım
götürmenin hazzı kaplamıştı bütün yolcuları… Her türlü giyim, ilaç, hatta
oyuncak vardı. Bazı yolcular Gazzeli çocuklar için bol bol şeker getirmişlerdi
yanlarında. Bol miktarda mektup vardı bir de. Çocukların Filistinli
arkadaşlarına yazdıkları ve “Sevgili arkadaşım…” diye başlayan masum
mektuplar… Minik Yusuf ise Gazzeli arkadaşına bir kuş yollamıştı kafes içinde.
Gazze gönüllüsü Musa Cuhaş ile “bir yetime hediyem olsun” diyerek Filistin’e
“Gazze” adlı bir kuş göndermişti. Bu bir insanlık yolculuğuydu. Kimisi Nuh’un
gemisine benzetiyordu.

Antalya’dan
geceyarısı neşe içinde yola çıkılmıştı. Deniz sessiz ve ıssızdı, ufuk ise
sonsuzdu… Ama bu hareketsizlik içinde cevalan içinde olan Mavi Marmara ve
konvoydaki diğer beş gemi vardı. Yol alınıyordu göz alabildiğine. Önce Güney
Kıbrıs’ta bir süre rotar yapmak zorunda kaldılar. Daha doğrusu bekletildiler,
durduruldular. Ama kararlıydılar, onları hiçbir kimse engelleyemeyecekti.
Yolculuk devam etti.

Pazartesi
gününün sabahıydı ve etraf zifiri karanlıktı. Bir şeyler olacağını hissetmişti
âdeta İbrahim Bilgen. Gece boyunca Kur’an okumuştu. Âdeta bir hazırlığın
içindeydi. Sabah ezanı saba makamında gemide okununca hazırlık yaptı ve mescit
olarak kullandıkları kamaraya geçti. Sabah namazı kılınacaktı. İbadet huşu
içinde yapıldı. Namazın ardından tesbihat başlamıştı. Sıra duaya gelmişti. Dua
da edildi. Bu esnada bir anda olağandışı bir hareketlilik görüldü.
Helikopterlerin gürültülü sesi geliyordu. Geminin üstünde bir akbaba sürüsü gibi
dolanan helikopterler… On helikopter, dört tane fırkateyn, kırk kadar hücumbot
yanaşmıştı Mavi Marmara’ya… Bir savaş hali içindeydi İsrail ordusu…
Hücumbotlardan gemiye tırmanıp çıktılar, helikopterlerden iplerle güverteye
indiler.

Saldırı
ansızın başladı. Öte yandan sürekli gaz bombaları atılıyordu gemiye. Akdeniz
haydutları Mavi Marmara’ya çıkar çıkmaz hücuma geçmişlerdi. Yanlarında
getirdikleri köpekleri de gemiye salmışlardı. Kurşunlar yakın mesafeden
gönüllülere isabet ediyordu. Tam hedefler vurulabilsin diye askerler lazerli
silahlarını gönüllüerinin alınlarına doğru çeviriyorlardı. Bir anda her yer kan
revan içinde kalmıştı. Geminin kontrolünü ele geçiren saldırganlar bayılan kadın
ve yaşlıların üzerine soğuk sular döküyor yeniden saldırıyorlardı. Helikopterler
denizden aldıkları buz gibi soğuk suyu gemidekilerin üzerine atıyordu. Bir can
pazarı yaşanıyordu. Bir gönüllü, açılan ateş sonucu yere yıkılmış, bulunduğu yer
kan gölüne dönmüştü. Bu arada elindeki Türk bayrağı da düşmüş ve kana
bulanmıştı. Ağır yaralı Müslüman Türk o haldeyken bile ağzıyla bayrağı
kaldırmaya çalışıyordu. Minik Yusuf’un gönderdiği “Gazze kuşu” ise katillerin
kurşunlarına hedef olmuş ve ölmüştü.

İbrahim Bilgen
namazdan hemen sonra başlayan bu amansız saldırı üzerine metanetle kalktı ve
müdafaaya geçti. Bir gazeteci “Kaptan Köşkü’nü kaptırmayalım, orası düşerse
gemimiz de gider. Barikat kuralım, ele geçirmesinler” diye bağırmıştı.
Kenetlendiler, ellerinde sadece sopalarla kapıya yüklendiler ve ağır silahlarla
hücum eden İsrailli askerlerine direndiler. Silahlar susmuyordu. Tek tek yere
düşüyordu gönüllüler. Kimi alnından yiyordu kurşunu kimi göğsünden. İbrahim
Bilgen için artık saat bu saat, dakika bu dakikaydı. Direnecek, nefs-i müdafaada
bulunacaktı. Öne çıktı ve göğsünü siper etti. Hemen yanından gazeteci Cevdet
Kılıçlar vardı. Onun şehadetine tanık oldu. Cehhennem mermileri saplanıyordu
dört bir yana. Yüzleri kapalı mahluklar ona ellerindeki silahları yöneltmiş ve
ateş etmişlerdi. Şakağından, göğsünden, bacağından ve sırtından dört isabet
almıştı. Dört koldan saldıran askerler acımasızdı, kıyıcıydı. Yerlere beyin,
kafatası parçaları saçılmıştı. Bağırsaklar dışarı çıkmıştı. Her tarafa ölüm
kokusu sinmişti bir anda. Sadece siyah ve soğuk ölüm…

İbrahim Bilgen
fenalaşmıştı. Hayatın sonuna yaklaştığını görüyor, yaşadıkları bir film şeridi
gibi gözünün önünden geçiyordu. Genç bir gazeteci kız vardı: Ayşe Sarıoğlu. Kan
kaybettiğini görünce kendisiyle ilgilenmişti, ama artık halsizdi, takatsizdi,
mecalsizdi. Dışarada kurşun sesleri gürültüyle duyulurken onu içeriye aldılar.
Ayşe elini tutuyordu. Net göremiyordu çevresindekileri. Kızın ince ve masum
yüzünü görünce çocuklarını hatırladı. Sedye getirildi. Karnından oluk gibi kan
akıyordu. Bir kız daha geldi. Bu da Pervin olmalıydı. Ayşe ve Pervin dışarıya
çıkardılar ağır yaralı diye. Kanaması çoktu ve İsrail askerleri sedyeyi baş
aşağı taşıdılar. Sözüm ona müdahale edeceklerdi. Yaralıları kasten kötü
taşıyorlardı. Ayşe ve Pervin İbrahim amcalarının iniltiye benzeyen son sözlerini
duydular: “Eşhedü en lâilahe illallah… Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve
Resuluhu…”

Güneş o gün bu
hunharlığa şahit olurken utanırcasına doğdu. Deniz mahcubiyetten yüzünü sakladı
âdeta. İbrahim Bilgen hayatını kaybetmişti. Onunla birlikte diğer gönüllüler
de… Sekiz can daha hedef olmuştu kör karanlık kurşunlara… İsrail ‘e
götürülen İbrahim Bilgen’in cenazesi TürkHavayolları’na ait Airbus uçağıyla
BenGurıon Havalimanı’ndan Atatürk Havalimanı’na getirilmişti. Cenaze, daha sonra
nakil aracıyla uçaktan alınmış diğerleriyle birlikte Adli Tıp Kurumu binasına
götürülmüştü. Cenazeler İstanbul’a getirilirken Babıâli gazeteleri şu manşetleri
atıyordu: “İnsanlığa kurşunlar!”, “Alçaklar”, “Kalleşler”, “Siyonist Köpekler”,
“Devlet Terörü”, “Gazze Ağlıyor: Taksim Ayakta”, “Türkiye Ayakta”, “Dünya
Ayakta”, “Hesabını Vereceksin”, Hitlerin Çocukları”, “Bedeli Ağır Olacak”,
“Düşmanlığımız Şiddetlidir.”, “Eskisi Gibi Olmayacak”, “Affetmeyeceğiz”, “Eceli
Gelen…”, “Hükümet ve Ordu Görev Başına”, “Dünya Kırmızı Beyaz”, “Gazze’ye
Özgürlük”, “Gazadan Dönüş”, “Derhal Bırakın Yoksa…”, “Gazanız Mübarek Olsun”,
“Kimse Sabrızımı Test Etmesin”, “Lanetlemek Yetmez”, “Sizler İnsanlığın
Onurusunuz”, “Helâl Olsun”. Terör devleti İsrail, sadece Türkiye’de değil,
dünyanın bir çok ülkesinde büyük bir tepki çekmişti. Bu insanlık dışı saldırıyı
vicdanı olan herkes, Müslüman olsun olmasın her insan acıyla kınamıştı.

Evet bilhassa
Türkiye’deki basın bu sefer tek ses tek nefes olmuştu. Herkes tek yürek, tek
bilek olmuştu. Tıyneti bozuk birkaç yazar müsveddesi hariç herkes Akdeniz’de
milletlerarası sularda seyreden Mavi Marmara’yı kana bulayan İsrail’i nefretle
kınıyor, bütün yüreğiyle lânetliyordu. Gazeteci Cevdet Kılıçlar, ilk anda
alnından vurulmuş ve şehit düşmüştü. Gemilerde bulunan gazeteciler Hakan
Albayrak, Ahmet Can Karahasanoğlu, Mustafa Özcan, Kürşat Bayhan, Yücel Velioğlu,
Bulut Mühim, Şefik Dinç, Ahmet Varol, Murat Palavar, Kemal Gümüş, Ayşe Sarıoğlu
ve diğerleri yaşadıkları fecaati bütün teferruatıyla gazete köşelerinde yazıyor,
televizyonlarda anlatıyorlardı. Sibel Eraslan 19 yaşında katledilen Furkan’a
köşesinde bir ağıt yakmıştı. Furkan’ın kafasına, yakın mesafeden dört kurşun
sıkılmıştı hunharlar tarafından. Dokuz gönüllüye tam 30 kurşun isabet etmişti.
Onlar can kardeş sayıldıkları Gazzeli Müslümanlarla kan kardeşi olmuşlardı.
İstanbul, Ankara, Bursa, Niğde, Siirt ve diğer bütün şehirler İsrail’e lânet
okuyordu. Sadece Türkiye’de değil dünyanın bir çok ülkesinde mitingler
düzenleniyor, kanlı ve vahşi saldırı şiddetle kınanıyordu. Washington,
Amsterdam, New York, Ramallah, Bürüksel, Sidney, Kore, Kanada, Zürih, Viyana,
Kahire ve Kudüs büyük gösterilere sahne oluyordu. Bütün bu mitinglerde insanlar
Türk ve Filistin bayraklarıyla birlikte Türkiye’yi övücü pankartlar taşınıyordu.
Saldırganlara yedi kıtada beddua yağıyor, öfke seli dalga dalga yeryüzüne
yayılıyordu. Mavi Marmara artık sıradan herhangi bir gemi değildi. Masumiyetin
ve mazlumluğun simgesi, direnişin ve hürriyetin sembolu olmuştu.

Uhrevî havası
kesif, manevî atmosferi yüksek olan Fatih Camii tarihî bir gün yaşıyordu. Dokuz
şehidin cenazesi cami avlusuna getirilmiş ve yanyana dizilmişti. Vali Hüseyin
Avni Mutlu, Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve diğer yetkililer, yazarlar,
aydınlar, gazeteciler, akademisyenler, din adamları, esnaf, öğrenciler, muhtelif
parti temsilcileri, bütünüyle halk camiyi doldurmuştu. Tekbirler hep bir ağızdan
söyleniyordu: “Allahü ekber, Allahü ekber… Lâilahe illallah Vallahü Ekber….
Allahü Ekber Velillahilhamd…” Avlu hınca hınç dolmuşu. Şehitlerin isimleri
okundu tek tek:

İbrahim
Bilgen!

Burda!

Evet
buradaydı. İşte mümin kardeşlerinin arasında sükunetle musalla taşında uzanmış
yatıyor, hazır bekliyordu. Arzuladığı şehadet şerbetini kana kana içmişti. Hem
de mukaddes bir yolda. Diğer şehit kardeşleri Cevdet Kılıçlar, Necdet Yıldırım,
Ali Hayder Bengi, Cengiz Akyüz, Cengiz Topçuoğlu, Cengiz Songür, Fahri Gündüz ve
Furkan Doğan’a ağabeylik etmişti. İmamlar cenazeler için tek tek cenaze namazı
kıldılar. Türk ve Filistin bayrakları her yerde, hep göz önündeydi. Ve bir
duvarın üzerinde “Şehadetiniz mübarek olsun ey cennetin yolcuları!” yazılı dev
bir pankart dikkat çekiyordu. Fatih Camii’nde müminler, bu mahşeri kalabalıkta
büyük bir hüznü yaşıyordu. “Kahrolsun İsrail”, “İsrail Filistin’den elini Çek”
“Katil İsrail” sloganları dört bir ağızdan söyleniyordu. Namazlardan, dualardan
ve helalliklerden sonra Türk ve Filistin bayraklarıyla kelime-i şehadet yazılı
tabutlar eller değil parmaklar üzerinde taşındı ve cenaze arabalarına usulca
konuldu. Onbinler gözyaşları içerisinde şehidlerini uğurluyordu. Avluda yer
bulamayan bazı vatandaşlar, duvarlara tırmanmıştı. Cenazede şehit ailelerine
seslenen İHH Başkanı Bülent Yıldırım, “Size müjde veriyorum. Yeryüzüne bereket
geldi. Şehitlerimiz çoğaldı. Allah bu şehadeti lâyık olanlara verdi. Onlar asla
savaş gemilerinden, İsrail’den korkmadı.” dedi. Büyük bir kalabalık, cenazelerin
arabalara konulmasından sonra Fevzi Paşa Caddesi’nde boydan boya yavaş bir
şekilde ilerledi. Yol boyu tekbirler getiriyordu.

Kanlı, çirkin
ve küstah saldırı vicdan sahibi olan herkesi duygulandırmış, ayağa kaldırmıştı.
Bazı gösterilerde Musevi vatandaşlar da İsrail’i kınıyordu. İsrail’e aydınlar ve
yazarlar tepki gösteriyor, korsan devletçiğin zavallı yöneticilerini şiddetle
eleştiriyorlardı. Türkiye’de ise sanatçılar ve yazarlar bir araya gelmiş,
İsrail’i sanatlarıyla vuracaklarını söylüyorlardı. Resimle, sinemayla,
tiyatroyla ve edebiyatla zalimleri, hunharları vuracaklardı artık. Aydınlar ve
sanatçılar ortak vicdanda buluşmuş, ideolojik bakışlardan uzak bir şekilde
birbirleriyle kenetlenmişlerdi.

Siirt’te
başlayan bir yolculuk yine bu şehirde sonlanmıştı. İbrahim Bilgen amacına
ulaşmıştı. Doğup büyüdüğü topraklara geri dönmüştü işte. Ama bütün dünyayı ayağa
kaldırarak, mazlumları savunarak ve şehadet şerbetini içerek gelmişti
memleketine…. Cenaze namazı, cuma namazının ardından Sancaklar Camii’nde
binlerce hemşehirisinin duaları ve gözyaşları arasında kılındı. Oradan Şeyh Musa
Mezarlığı’na götürüldü. Yine ağızları dualı binlerce kişi uğurlamaya geldi yavaş
adımlarla. Uçsuz bucaksız bir ufuk çizgisinin ardında metanetle toprağa uzanan
bu mazlum ve masum insan bir anda Siirtlilerin sevgilisi, sembolü olmuştu.

Siirtliler
ölülerini sever, mezarlıkları sık sık z iyaret ederler. Şeyh Musa Kabristanı’na
gelenler kendi yakınlarından önce şimdi İbrahim Bilgen’in mezarını ziyaret
ediyorlar. Çünkü zulme isyan eden bu şanlı şehit, mezarlıkta ebedi uykusunu
yatanlar arasında duaları, fatihaları ve niyazları en çok hakkedenler
arasındaydı. İbrahim Bilgen şehrin biricik efsanesi oluvermişti. Artık evlerde,
dükkânlarda, kahvelerde yapılan sohbetler sırasında sık sık anılan ismi, bir çok
mekâna veriliyor, adına yarışmalar düzenleniyor, işyerlerine fotoğrafları
asılıyordu. O tam anlamıyla bir alperen, bir kahraman olmuştu. Kısa zamanda
halkın gönlünde taht kurmuştu. İbrahim Bilgen Siirt’in ilk Gazze şehidiydi.
Yetim olarak bıraktığı altı çocuğu ve gözü yaşlı eşi Suna Hanım metanetliydi.
Büyük bir sabır ve tevekkülle karşılamışlardı bu hâdiseyi. Kendilerine haber
verildiğinde boş bir dükkânı taziye evine çevirmişlerdi. Şehir halkı oluk oluk
taziyeye gelmişlerdi. Onu yakından tanıyan komşuları, dostları ve akrabaları,
“Çok temiz, davasına sadık, Allah dostu bir kardeşimizdi. Davası yolunda şehit
düştü” diyorlar ve ekliyorlardı: “Çok iyi bir insan, örnek bir hayırseverdi. Bu
şehadet ona çok yakıştı. Allah ona ölmek istediği şekilde bir ölümü verdi.”

Derler ki, gün
geldi ve Siirt halkı İbrahim Bilgen’in mezarının etrafını duvarlarla yükseltip
kabri bir türbeye çevirdiler. Anne ve babalar çocuklarıyla mezarlığa
geldiklerinde ilkin bu türbeye uğrar oldular. İlk fatihaları onun ruhuna
yolladılar. Çocukların meraklı, saf ve masumca “Burada yatan, büyük bir şeyh
mi?” sorusuna ise “Hayır evladım şeyh değil ama o bir şehitti. Mavi Marmara’da
şehit edilen bizim Gazze şehidimiz…”

Şimdi her yıl
31 Mayıs günü diğer sekiz şehitle beraber İbrahim Bilgen de Siirt’te mevlidlerle,
dualarla, yasinlerle anılıyor, hâtırası yaşatılıyor. Vatandaşları en çok
çocuklarının şu sözü hüzünlendiyor: “O artık sadece bizim babamız değil,
Filistinli çocukların da babasıdır.” Şehadet yıldönümünde her sene Gazze’den
Siirt’e gelen çocuklar ise, “Şehit İbrahim Bilgen” Caddesi’nde geziyor,
kendileri için şehadet şerbeti için İbrahim amcalarının mezarı başında dua edip
gözyaşı döküyorlar.

M.Nuri
YARDIM

07.06.2010 13:24:00


Yorum Yok »




Yorum Yaz

*